1.gif 2.gif //hakyolunda.ucoz.com/7.gif
|
ANA SAYFA
Facebookta Paylaş
|
| |
| | |
"İnsanların hesap(görme) zamanı yaklaştı. Onlar ise hâlâ gaflet içinde, yan çizip aldırmıyorlar. " (ENBIYA/1)
| *SAAT |
|
| |
| *HAKYOLUNDA MENU
| | |
| DESTEK OLUNUZ |
|
|
| | |
| *PEYGAMBERİMİZ* |
| |
| | |
| *SİTEDE OLANLAR* |

*

TOPLAM ONLINE: 1
MISAFIR: 1
ONLINE UYELER: 0
*

| | |
| *GAZETELER * |
|

|
| | |
| *KURANI KERİM* |
| »114 Hafiz
»Al Azzawi
»Abdul Samed
» Abdulaziz Ahmad
»Ali Jaabir
»Al Juhanee
»Abdullaah Basfar
»A.Bukhaatir
»Al Shatery
»Ahmed Al Ajmi
»Ali Huzeyfi
»Al Sudais
» Fatih Collak
»ilhan Tok
»Shuraym
»Kabe imamlari
»Medine imamlari
»Minsevi Mealli
»M-Jibreel
»Mustafa ismael
»Hamdi DöNDüReN
»Al Afaasee
»Saad Al-ghamdi
»H.K.deniz Sureli
»Ali Huzeyfi Mealli
»M-Taraweeh
»S.Zayn Yaaseen
»Al Hosary
»Fares Abbad
»Aziz Alili
»Hani Rifai
»Hamad Sinan
»Sacit Onan Meal
»Al-Thobaity
»Abdullah Khayyat
»Al-Qasim
»Adel Al Kalbani
|
| | |
|

*KURAN VE BİLİM*

|
|

DİN, BİLİMİN DOĞRU YÖNLENDİRİLMESİNİ SAĞLAR

Bilim, içinde yaşadığımız maddesel dünyanın deney ve gözlem yoluyla incelenmesine denir. Elbette bilim bu incelemeyi yaparken, deney ve gözlem yoluyla elde ettiği verileri temel alarak, bu verilere bakarak sonuç çıkaracaktır. Ancak bunun yanı sıra, her bilim dalında, araştırma öncesinden kabul edilen bazı temel kıstaslar vardır. Bu kıstasların tümüne birden bilim dilinde "paradigma" adı verilir.

Bu temel, yapılacak olan bilimsel araştırmaların "istikametini" belirler. Bilindiği gibi bilimsel araştırmalardaki ilk adım bir "hipotez" (varsayım) belirlemektir. Bilim adamları inceleyecek oldukları konu hakkında ilk başta belirli bir varsayım ortaya atarlar. Daha sonra bu varsayım bilimsel verilerle sınanır. Eğer yapılan deney ve gözlemler varsayımı doğrularsa, varsayım yani ¨hipotez¨, "teori" olma yoluna girmiştir. Eğer hipotez yalanlanırsa, başka hipotezler denenir ve bu süreç devam eder.

Dikkat edilirse bu sürecin ilk aşaması olan hipotez belirlenmesi, bilim adamlarının benimsediği temel bakış açısı ile ilgilidir. Örneğin bilim adamları, sahip oldukları temel bakış açısı nedeniyle, "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan, kendi kendini düzenleme yönünde bir eğilimi vardır" gibi bir hipotezle yola çıkabilirler. Sonra da bu hipotezi doğrulamak için yıllar süren uzun araştırmalar yapabilirler. Ama maddenin böyle bir özelliği yoktur ve dolayısıyla tüm bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Hatta eğer bilim adamları bu hipotezde çok ısrarlı iseler, araştırma yıllar, hatta nesiller boyu bile sürebilir. Sonuçta ise ortaya çok büyük bir zaman ve imkan kaybı çıkar.

Oysa eğer başlangıçta "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan kendi kendini düzenlemesi mümkün değildir" fikri ile yola çıkılacak olsa, buna dayalı bilimsel araştırmalar çok hızlı ve verimli ilerleyecektir.

Dikkat edilirse, bu nokta, yani hipotezi doğru belirleme noktası, bilimsel bulgulardan farklı bir kaynağı gerektirmektedir. Bu kaynağı doğru tespit etmek ise çok önemlidir, çünkü az önce belirttiğimiz örnekte olduğu gibi, kaynağın yanlış belirlenmesi, bilim dünyasına, yıllar, on yıllar, hatta asırlar kaybettirebilir.

İşte bu aranan kaynak, Allah'ın insanlara ulaştırdığı vahiydir. Çünkü Allah, evrenin ve tüm canlıların Yaratıcısı'dır ve dolayısıyla bunlar hakkındaki en doğru, tartışmasız bilgi Allah'tan gelen bilgidir. Nitekim Allah Kuran'da bu konular hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Bunların en belirginlerini şöyle sıralayabiliriz:

1) Evren, Allah tarafından yoktan var edilmiştir. Hiçbir şey tesadüfi olaylar sonucunda veya kendiliğinden meydana gelmemiştir. Bu gerçeğin doğal bir sonucu olarak da doğada ve tüm evrende tesadüflerin oluşturduğu bir kaos değil, bilinçli bir tasarımla yaratılan kusursuz bir düzen bulunmaktadır.

2) Maddesel evrenin, özellikle de üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin tüm özellikleri, insan yaşamına uygun olması için özel olarak tasarlanmıştır. Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinde, yeryüzü şekillerinde, suyun ya da atmosferin özelliklerinde, insan yaşamına imkan sağlayan belirli bir amaç bulunmaktadır.

3) Canlılar ise, Allah'ın yaratmasıyla var olmuşlardır. Tüm canlı türleri Allah tarafından yaratılmıştır. Dahası, bal arıları örneğinde bildirildiği gibi, bu canlıların hareketleri de Allah'tan gelen özel bir ilhamla gerçekleşmektedir.

Bunlar, Allah'ın Kuran yoluyla bizlere öğrettiği mutlak gerçeklerdir. Bu gerçekleri temel alan bir bilim anlayışı da hiç şüphesiz çok büyük bir başarı elde edecek, çok verimli bir biçimde insanlığa hizmet verecektir. Nitekim tarihte bunun açık örnekleri vardır. Müslüman bilim adamlarının dünyanın en ileri medeniyetine öncülük ettikleri 9. ve 10. yüzyıllar da bu derece başarı elde edilmiş olması, bilimin yukarıda sayılan doğru temellere oturtulması sayesinde mümkün olmuştur. Batı'da da, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, paleontoloji gibi bilim dallarının tüm öncüleri, Allah'ın varlığına inanan ve O'nun yarattıklarını inceleme amacıyla araştırma yapan büyük bilim adamlarıdır.

Einstein, insanların hedeflerini belirlerken dini gerçeklerden yola çıkmaları gerektiğini şöyle ifade etmiştir:

İnsanın gerçek hedefini din belirler. Ancak hangi vasıtalara başvurulması gerektiği noktasında bilimin de söyleyeceği şeyler vardır. Bilim, gerçeği eksiksiz öğrenmek isteyenler tarafından şekillendirilip belli çerçevelere icra edilerek kurulur. Ama, temelde, bunun kaynağında da büyük ölçüde yine din vardır. Ben derin bir imana sahip olmayan herhangi bir bilim adamı düşünemiyorum.6

Ancak 19. yüzyılın ortalarından bu yana, bilim dünyası bu İlahi temelden uzaklaştırılmış ve materyalist felsefenin etkisi altına girmiştir. Materyalizm, eski Yunan'a kadar uzanan bir düşüncedir. Maddenin mutlak varlığını savunur ve Allah'ı inkar eder.

Materyalizm bu iddialarını bilim dünyasına aşamalı bir biçimde benimsetmiş ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bilimsel araştırmaların önemli bir bölümü bu iddiaları desteklemeye ayrılmıştır. Bu amaçla; evrenin sonsuzdan beridir var olduğunu varsayan "sonsuz evren modeli"; canlılığın tesadüflerin bir eseri olduğunu öne süren Darwin'in evrim teorisi; ya da insan zihninin beyinden ibaret olduğunu öne süren Freud'un görüşleri ve benzeri teoriler ortaya atılmıştır.

Ancak bugün geriye dönüp bakıldığında, materyalizmin bu iddialarının bilime sadece zaman kaybettirdiğini görürüz. Çünkü bu iddiaların her birini ispatlayabilmek için on yıllar boyunca sayısız bilim adamı çabalamış, ancak ortaya çıkan sonuçlar bu iddiaların geçersizliğini göstermiştir. Bulgular, aynen Kuran'da haber verildiği gibi; evrenin yoktan yaratıldığını, insan yaşamını gözeten bir amaca göre tasarlandığını, canlılığın tesadüflerle doğması ve evrimleşmesinin imkansız olduğunu ispatlamıştır.

Şimdi bu gerçekleri sırasıyla inceleyelim:


MATERYALİSTLERİN, "SONSUZ EVREN" SAPLANTILARI İLE BİLİME KAYBETTİRDİKLERİ

20. yüzyılın başlarına dek materyalistlerin hakim olduğu bilim dünyasındaki yaygın görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu inanışa göre, evrenin bir başlangıcı ve sonu yoktu, evren sınırsız bir maddeler bütünüydü. Materyalist felsefenin temelini teşkil eden bu görüş, evrenin yaratılmış olduğunu da reddediyordu.

Materyalizme inanmış ya da bu felsefenin etkisinde kalmış olan çok sayıda bilim adamı, söz konusu "sonsuz evren" modelini bilimsel çalışmalarına temel olarak aldı. Astronomi ve fizik alanlarındaki tüm çalışmalar, maddenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımına dayandı.. Kısacası sayısız bilim adamı uzun yıllar boşa çabalayıp yoruldu. Çünkü bilim, çok geçmeden bu efsaneleri yıkacaktı.

Sonsuz evren modelinin yanlışlığını sezen ve buna karşı bilimsel bir alternatif getiren ilk kişi, Belçikalı bilim adamı George Lemaitre oldu. Lemaitre, Rus bilim adamı Alexandre Friedmann'ın bazı hesaplamalarına dayanarak, evrenin gerçekte bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öne sürdü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.

Burada vurgulanması gereken nokta, George Lemaitre'in aynı zamanda bir din adamı oluşudur. Lemaitre, "evrenin Allah tarafından yoktan yaratıldığı" açıklamasına yürekten inanıyordu. Yani bilime, materyalistlerden çok daha farklı bir temelden yaklaşıyordu.

İlerleyen yıllar, Lemaitre'in inandığı temelin doğru olduğunu ortaya çıkaracaktı. İlk olarak Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla yıldızların hem bizden, hem de birbirlerinden sürekli olarak uzaklaştıklarını keşfetti. Evrende herşey birbirinden uzaklaşıyorsa, bunun gösterdiği tek sonuç vardı: Evren genişlemekteydi, yani materyalistlerin iddia ettikleri gibi durağan değildi.

Evrenin durağan olamayacağını aslında Albert Einstein daha önce teorik olarak hesaplamıştı. Ancak bu hesaplar sonucunda elde ettiği veriler, o dönemin durağan evren modeliyle uyuşmadığı için bu buluşunun üzerinde durmamış ve bir kenara bırakmıştı. Einstein gibi yüzyılın en büyük dehası sayılan bir bilim adamı bile materyalist dogmadan etkilenmiş ve bu önemli buluşunu ortaya çıkarmamıştı. Einstein daha sonra bu olayı "kariyerinin en büyük hatası" olarak adlandırdı.

Evrenin genişliyor olmasının gösterdiği önemli bir gerçek daha vardı: Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan genişlemeye başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplar sonucunda ise bu tek noktanın sıfır hacme sahip olması gerektiği anlaşıldı. İşte evren bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" yani "Büyük Patlama" ismi verildi.

Aslında bu patlayan noktanın sıfır hacme sahip olduğu ifadesi teorik olarak kullanılmaktadır. Çünkü sıfır hacim ifadesinin karşılığı "yokluk"tur. Yani evren yokluktan var olmuştur. En doğru ifadesiyle "yoktan yaratılmıştır".

Big Bang teorisi evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğini açıkça göstermekteydi. Ancak bu teorinin kabul görmesi için bilimsel delillerinin de bulunması gerekiyordu. 1948 yılında George Gamow, evrenin büyük bir patlama ile oluşması durumunda, Lemaitre'nin de daha evvel belirttiği gibi, evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun olmasının ve bu radyasyonun evrenin her yanında eşit miktarda bulunması gerektiğini öne sürdü.

Gamow'un bulunması gerektiğini söylediği bu kanıt kısa sürede ortaya çıktı. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu radyasyon kalıntılarını keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon, yerel kökenli değil, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, bu bulgularından ötürü Nobel Ödülü kazandılar.


Cobe uydusu Big Bang'in varsayılan delillerini kısa sürede buldu.

1989 yılına ulaşıldığında ise, Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi NASA, Kozmik Fon Radyasyonu'nu araştırmak üzere uzaya COBE uydusunu gönderdi. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcılar da, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini birkaç dakika içinde doğruladı.

Evrenin "Big Bang" ile yoktan var edilmiş olduğunun bu delillerle de ortaya konması, materyalist bilim adamlarını büyük bir şaşkınlığa uğrattı. Çünkü yıllar boyunca yaptıkları çalışmaların, ortaya attıkları fikirlerin, dayanaksız teorilerin birer birer yıkıldığına şahit oldular. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:

İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Ben hala ateizme inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.7


Evren sıfır hacme sahip bir noktanın patlamasıyla varolmuştur. Big Bang adı verilen bu patlama evrenin yoktan var edilmiş olduğunu bilimsel delilleri ile ortaya koymuş ve materyalistlerin sonsuz evren iddialarını temelinden yıkmıştır.

Bu örnekte görüldüğü gibi, materyalizme körü körüne sadakat gösteren bir insan, karşısına ne kadar çok bilimsel delil de çıkarılsa bunu kabul etmeye yanaşmamaktadır. Hatta bu gerçeği bizzat itiraf etse bile, materyalizme bağlılıktan vazgeçememektedir.

Bunun yanında, kendisini Allah'ın varlığını reddetmeye körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı, bugün evrenin sonsuz güç sahibi Allah tarafından yaratıldığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin Big Bang hakkındaki çalışmaları ile tanınan Amerikalı bilim adamı William Lane Craig, bu konuda şu açıklamayı yapar:

Gerçekte, "hiçlikten sadece hiçlik çıkar" kuralına uygun olarak, Big Bang'in doğaüstü bir sebebi olmalıdır. Patlama öncesindeki tekillik, her türlü zaman-mekan kavramlarının sona erdiği sınır olduğuna göre, Big Bang'in fiziksel bir sebebi olması imkansızdır. Aksine, Big Bang'in nedeninin, fiziksel uzay ve zamanı tümüyle aşmış, evrenden tamamen bağımsız ve akıl almayacak derecede kudretli olması gerekmektedir. Dahası, bu sebep, kendi bağımsız iradesine sahip olan bilinçli bir varlık olmalıdır... Dolayısıyla evrenin kökeninin sebebi, evreni sırf kendi iradesi ile belirli bir zaman önce var eden bir Yaratıcı'dır.8

Big Bang teorisinin bize gösterdiği önemli bir sonuç, başta da belirttiğimiz gibi, İlahi bilgilerden yola çıkan bir bilim anlayışının, evrenin sırlarını çözmekte son derece başarılı olacağıdır. Materyalist felsefeden yola çıkan bilim adamları ortaya "sonsuz evren" modelini atmışlar, ama tüm çabalarına rağmen bu teoriyi ayakta tutamamışlardır. George Lemaitre'nin dini kaynaklardan yola çıkarak geliştirdiği Big Bang teorisi ise bilimsel gelişmeye ışık tutmuş ve evrenin gerçek kökeninin anlaşılmasını sağlamıştır. Ve sonuçta bilim, kendisi bir ateist olan Flew'un itirafında söylediği gibi "dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir".

20. yüzyılın bilim tarihine baktığımızda, benzeri bir durumun diğer alanlarda da yaşandığını görebiliriz.


"EVRENDE TASARIM" OLMADIĞI İDDİASININ BİLİME KAYBETTİRDİKLERİ

Materyalistler, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu savundukları gibi, evrende bir amaç ve tasarım olmadığını da iddia etmişlerdir. Evrendeki tüm denge, ahenk ve uyumun sadece tesadüflerin bir eseri olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu iddia da yine 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim dünyasına hakim olmuş ve bilimsel çalışmalara yön vermiştir.

Örneğin, evrende bir tasarım olmadığını gösterebilmek amacıyla, "kaos teorisi" adlı bir varsayım ortaya atılmıştır. Bu teori uyarınca, kaosun (karmaşanın) içinden kendi kendine düzenlilik oluşabileceği iddia edilmiş ve bu iddiayı destekleyebilmek için sayısız bilimsel çalışma yapılmıştır. Matematiksel hesaplar, teorik fizik çalışmaları, fiziksel deneyler ve kimyasal araştırmalar, hep "evrenin bir kaosun ürünü olduğu nasıl gösterilebilir" sorusuna cevap bulmak için sürdürülmüştür.

Kompleks bir düzen gördüğümüzde bu düzenin akıl sahibi biri tarafından sağlandığını hemen anlarız.
Resimlerde görülen Albert Einstein bulmacasının dağıtılmış parçaları ancak akıl sahibi biri tarafından bir araya getirilebilir. Evrende var olan çok daha üstün niteliklere sahip ve çok daha kusursuz sistemlerin sonsuz bir İlim ve Akla sahip olan Allah tarafından tasarlandıkları da kesin bir gerçektir.

Oysa yapılan her yeni araştırma, kaos ve tesadüf varsayımlarını biraz daha geçersiz kılmış ve gerçekte evrende çok büyük bir tasarım bulunduğunu göstermiştir. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yer çekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü tasarıma "İnsani İlke" (Anthropic Principle) adını vermektedir. Bu ilke, evrendeki her ayrıntının, insan yaşamını gözeten bir amaçla tasarlandığını destekler mahiyettedir.

Bu sonuçla birlikte, materyalist felsefenin bilim dünyasına empoze ettiği "evren, içinde hiçbir amaç ve anlam olmayan bir maddeler yığınıdır, tesadüflerle işler" şeklindeki anlatımın, gerçekte bilime aykırı bir masal olduğu ortaya çıkmıştır. Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu konuda şu yorumu yapar:

20. yüzyıl astronomisi içinde ortaya çıkan yeni tablo, geçtiğimiz dört asır içinde bilimsel çevrelerde yaygın kabul gören bir varsayıma karşı ciddi bir baş kaldırı oluşturmaktadır. Bu varsayım, yaşamın evren içinde ortaya çıkmış tesadüfi ve önemsiz bir kavram olduğu düşüncesidir... Modern kozmoloji ve fizik tarafından ortaya konan deliller, aslında 17. yüzyıldaki doğal teoloji savunucularının aradıkları, ama o dönemdeki bilim düzeyi içinde bulamadıkları delillerdir.9


Irkçı ideolojinin 2. Dünya Savaşı'nı ateşleyerek insanlığı felakete sürüklemesii gibi, materyalist ideoloji de bir hiç uğruna bilim dünyasını karanlığa sürüklemiştir.

Bu alıntıda sözü edilen "doğal teoloji savunucuları", 17. ve 18. yüzyıllarda yaşayan ve bilimsel delillere dayanarak ateizmi geçersiz kılmayı ve Allah'ın varlığını ispatlamayı hedeflemiş dindar bilim adamlarıdır. Ancak, yine üstteki alıntıda belirtildiği gibi, o dönemde bilim düzeyinin zayıf oluşu, bu bilim adamlarının açıkladıkları gerçeklerin yeterince delillendirilememesine neden olmuş ve aynı ilkel bilim düzeyinden güç bulan materyalizm 19. yüzyılda bilim dünyasında hakim hale gelmiştir. Oysa 20. yüzyıl bilimi bu süreci tersine çevirmiş ve evrenin Allah tarafından yaratıldığını ispatlayan açık deliller ortaya koymuş bulunmaktadır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise, "evrende bir amaç ve tasarım yoktur" şeklindeki materyalist hurafenin bilim dünyasına kaybettirmiş olduğu zamandır. Bu hurafeyi destekleyebilmek için ortaya atılmış olan tüm teoriler, formüller, teorik fizik çalışmaları, matematiksel denklemler vs., hepsi boşa harcanmış birer çabadır. Aynen ırkçı ideolojinin 2. Dünya Savaşı'nı ateşleyerek insanlığı felakete sürükleyişi gibi, materyalist ideoloji de bir hiç uğruna bilim dünyasını karanlığa sürüklemiştir.

Oysa eğer bilim dünyası materyalizm yanılgısı yerine, evrenin Allah tarafından yaratılmış olduğu gerçeğini temel almış olsa, bilimsel araştırmalar da bu gerçeğe göre yürütülmüş olacaktı.


EVRİM TEORİSİ'Nİ KANITLAMA YÖNÜNDEKİ UMUTSUZ ÇABALARIN
BİLİME KAYBETTİRDİKLERİ

Bilimin yanlış temeller üzerine oturtulmasının en somut örneğini, Darwin'in evrim teorisinde görmek mümkündür. 140 yıl öncesinde bilim dünyasının gündemine giren bu teori, gerçekte tüm bilim tarihinin en büyük yanılgısını oluşturmaktadır.

Evrim teorisi, canlılığın tesadüfler sonucunda bazı cansız maddelerin biraraya gelmeleriyle oluştuğunu iddia eder. Aynı iddiaya göre, tesadüfen oluşan bu canlılar yine tesadüfler sonucu evrimleşerek başka canlılara dönüşmüşlerdir. Bu senaryonun ispatlanması için bir buçuk asırdır çok büyük bir çaba harcanmakta, ama bilimsel deliller hep teorinin aleyhinde çıkmaktadır. Aksine, bulunan bütün deliller evrimin asla gerçekleşmediğini, canlıların birbirine aşamalı dönüşümünün söz konusu olmadığını, tüm canlı türlerinin ayrı ayrı ve oldukları şekilde yaratıldıklarını göstermektedir.

Yine de evrimciler, tüm bu açık delillere rağmen, evrimi ispatlamak için sayısız araştırma ve deneyler yapmakta, sadece safsatalardan ve aldatmacalardan ibaret ciltlerce kitap yazmakta, enstitüler kurup, konferanslar verip, televizyon programları hazırlamaktadırlar. Gerçek olmayan bir iddia için binlerce bilim adamının, hesapsız paranın ve imkanın heba edilmesi insanlık için çok önemli bir kayıptır. Tüm bu zarar yerine eğer bu imkanlar yerinde kullanılmış olsaydı, bugüne kadar bilimde çok faydalı konularda, çok önemli adımlar atılmış, kesin sonuçlar elde edilmiş olabilirdi.

Bazı bilim adamları ya da düşünürler, evrimin ne denli büyük bir yanılgı olduğunu görmektedirler. Örneğin Amerikalı felsefeci Malcolm Muggeridge, bu konuda şöyle der:

Ben kendim, evrim teorisinin, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük alay konularından biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşaklar, bu kadar dayanaksız ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.10

İskandinav bilim adamı Søren Løvtrup ise Darwinism: The Refutation of a Myth (Darwinizm: Bir Efsanenin Çürütülüşü) adlı kitabında şöyle demektedir:

Sanırım herkes, tüm bir bilim dalının yanlış bir teoriye bağımlı hale gelmesinin çok büyük bir şanssızlık olacağını kabul edecektir. Ancak biyolojide yaşanan şey tam da budur: Uzun bir zamandır insanlar evrimsel konuları Darwinistik kavramlarla tartışıyor, "adaptasyon", "seleksiyon basıncı" ya da "doğal seleksiyon" gibi kavramlarla. Sonra da bu tartışmalarla doğal olayların açıklanmasına katkıda bulunduklarını sanıyorlar. Ama gerçekte hiçbir katkı sağlamıyorlar... İnanıyorum ki, Darwinizm efsanesi bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak tanımlanacaktır.11

Bazı evrimci bilim adamları bile, savunmakta oldukları teorinin gerçeklerle uyuşmadığını hissetmekte ve bu durum karşısında büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Örneğin evrimci bilim adamı Paul R. Ehrlich, Science dergisindeki bir röportajında "günümüzde evrim teorisini bir dogma olarak ölümsüzleştirmek, gözlemlenen dünya hakkında daha doyurucu açıklamalar yapılmasını engelleyecektir"12 diyerek, evrim teorisine olan körü körüne bağlılığın, bilime verdiği zararı dolaylı yoldandan da olsa kabul etmektedir.

Şimdi evrim teorisinin bilime aykırı olan iddialarının desteklenmesi uğruna yapılan ve gerçekte bilime sadece zaman ve imkan kaybettiren çırpınışları inceleyelim.


"CANSIZ MADDE HAYAT OLUŞTURABİLİR" İDDİASININ BİLİME KAYBETTİRDİKLERİ

Canlılığın kaynağı nedir? Bir kuşu ya da zürafayı, taştan, sudan, topraktan, kısacası cansız maddeden ne ayırmaktadır?

Bu sorunun cevabı tarihin eski dönemlerinden bu yana merak edilmiştir. Bu konuda ortaya çıkan görüşler ise, iki farklı temelde toplanır. Birinci görüş, canlılar ile cansız madde arasında çok ince bir sınır olduğu, bu sınırın kolaylıkla delinebildiği ve cansız maddenin kendi kendine canlanabileceği yönündedir. Bu görüşe bilimsel dilde "abiogenesis" adı verilir.

İkinci görüş ise, canlılık ile cansız madde arasında büyük ve aşılmaz bir sınır olduğunu kabul eder. Cansız maddenin, kendi kendine canlanması imkansızdır ve her canlı, ancak bir başka canlıdan kaynak bularak doğar. "Hayat hayattan gelir" cümlesiyle özetlenen bu görüş, "biogenesis" olarak anılır.

İlginç olan, "abiogenesis" fikrinin materyalist felsefeyle, "biogenesis" fikrinin ise dini kaynaklarla olan bağlantısıdır. Materyalist felsefe, en baştan beri hep cansız maddenin canlanabileceğini savunmuştur. Eski Yunan'daki düşünürler, basit canlıların cansız maddenin içinden sürekli olarak doğduklarına inanmıştır.


Ortaçağ’ın sahip olduğu bilim anlayışına göre cansız maddelerden canlıların oluşabilecekleri zannediliyordu. Örneğin açıkta kalan etlerin üzerinde oluşan kurtların kendi kendilerine meydana geldikleri sanılıyordu. Ancak önce F. Redi’nin ve daha sonra L. Pasteur’ün buluşları bu yanlış inancı yıktı.

Buna karşılık, İlahi kaynaklar da maddeye hayat verecek olanın, sadece Allah'ın yaratışı olduğunu bildirir. Kuran'daki ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Enam Suresi, 95)

Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 2)

İnsanların doğa hakkındaki bilgilerinin çok sınırlı olduğu Ortaçağ'da, bazı yanlış gözlemler sonucunda "abiogenesis" inancı yaygınlık kazanmıştı. Açıkta kalan etlerin kurtlandığını gören insanlar, kurtların etin üzerinde "kendiliğinden" oluştuğunu sanmıştı. Ambarlarda üreyen farelerin de, buğday yığınlarının içinden kendi kendilerine oluştuğu zannediliyordu. "Spontane jenerasyon" olarak da bilinen bu inanış, 17. yüzyıla kadar yaygın bir kabul gördü.

Ancak iki önemli bilim adamının yürüttüğü deneyler, spontane jenerasyon inancını yıktı. Bunların ilki, Francisco Redi idi. Redi, 1668 yılında düzenlediği deneylerle, etlerin üzerinde oluşan kurtların kendi kendine oluşmadığını, sineklerin getirip bıraktığı yumurtalardan çıktığını ispatladı. Bu durum karşısında "abiogenesis" fikrinin savunucuları geri adım attılar ve kurt ya da kurbağa gibi daha büyük canlıların değil de, gözle görülmeyen mikropların cansız maddelerden doğduğunu iddia ettiler. Tartışma iki yüz yıl kadar daha devam etti. Sonunda Fransız biyolog Louis Pasteur, yaptığı bir dizi deneyle, mikropların da cansız maddeden oluşmasının imkansız olduğunu ispatladı. Pasteur, vardığı sonucu şöyle özetliyordu:

Madde kendi kendini organize edebilir mi?... Hayır, bugün eldeki bilgiler, mikroskobik canlıların dahi dünyaya kendilerine benzer canlı ataları olmadan gelemeyeceklerini göstermektedir.13

Redi ve Pasteur'ün önemli bir özellikleri vardı: Her iki bilim adamı da Allah'ın varlığına ve tüm canlılığın O'nun tarafından yaratıldığına inanıyordu. Abiogenesis düşüncesinin saçmalığını fark etmelerinde bu inancın büyük rolü vardı. Materyalist felsefeden etkilenen bilim adamları (örneğin Darwin, Haeckel gibi evrimciler) abiogenesis fikrini ısrarla savunurken, bu bilim adamları bilime doğru bir temelle yaklaştıkları için, "biogenesis" gerçeğini fark ettiler.

Ancak evrimciler bu açık gerçeğe karşı direnmeye devam ettiler. Materyalist felsefeye olan körü körüne bağlılık, onları bir asır sürecek umutsuz bir çabanın içine soktu. Alexander Oparin ve J. B. Haldane adlı iki materyalist bilim adamı, "kimyasal evrim" kavramını ortaya attılar. Oparin ve Haldane'e göre, abiogenesis kısa zaman içinde gerçekleşmiyordu, ancak uzun bir zaman dilimi bunu sağlayabilirdi. Gerçekte başta Termodinamiğin İkinci Kanunu olmak üzere temel bazı bilimsel yasalara aykırı olan bu iddia, bilim dünyasına zaman kaybettirecek yeni bir çıkmaz sokak haline geldi.

Bu yüzyıl boyunca sayısız bilim adamı, kimyasal evrim iddiasını destekleyecek deneyler düzenlemeye ya da yeni teorilerle bu iddiayı desteklemeye çabaladı. Dev laboratuvarlar, büyük enstitüler, üniversite kampüsleri bu iddiayı desteklemek için seferber edildi. Ama tüm bu uğraşlar başarısızlıkla sonuçlandı. Ünlü evrimci ve Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Klaus Dose, cansız maddelerin canlılığı oluşturduğunu ispatlamak için yapılan tüm çalışmaların hiçbir sonuç getirmediğini şöyle itiraf eder:

Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden oldu. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitiyor ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanıyor.14

Eğer bilim dünyası, materyalist bir hurafe olan "abiogenesis" düşüncesine saplanmasaydı, "kimyasal evrim" adı altında yürütülen tüm bu amaçsız çabalar belki çok daha verimli çalışmalara yönlendirilebilirdi. Bilim dünyası, canlılığın Allah tarafından yaratıldığı ve can verme gücüne sadece O'nun sahip olduğunu bilerek hareket etseydi, tüm bu zaman, para ve insan israfı engellenebilirdi. Bu durumda bilim, Eski Yunan efsanelerini ispatlamaya çalışmak yerine, insanlığa yarar sağlayacak yeni buluş ve araştırmalara kanalize olurdu.

Bugün bilim dünyası, cansız maddelerin tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip, diğer cansız maddelerle bir araya gelip, kusursuz ve son derece karmaşık olan bir hücreyi meydana getiremeyeceğini göstermiştir. Aynı şekilde çevremizde gördüğümüz milyonlarca canlı türünün, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen bir araya gelen hücrelerden oluşamayacağı da anlaşılmaktadır. Açıktır ki bir gül, bir tavuskuşu, bir kaplan, bir karınca kısacası hiçbir canlı, şuursuz atomların bir araya gelerek oluşturduğu bilinçsiz hücrelerin iradesiyle var olmamıştır.

Bugün bilim dünyası, cansız maddelerin tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip, diğer cansız maddelerle bir araya gelip, kusursuz ve son derece karmaşık olan bir canlıyı meydana getiremeyeceğinin göstermiştir. Tüm varlıkları yaratan ve can verme gücüne sahip olan yalnızca Allah’tır.

Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapan bir bilim adamı da, yine şuursuz atomların karar almasıyla ortaya çıkan bir varlık değildir. Şuursuz atomların son derece şuurlu bir insan meydana getirmesi olanaksızdır.

Nitekim Kuran'da canlılığın bir "hiçlikken" Allah tarafından yaratıldığı, canı verenin Allah olduğu, O'ndan başka hiçbir varlığın "can verme" gücüne sahip olmadığı bundan binlerce yıl önce bildirilmiştir. Eğer bilim, Allah'ın insanlara bildirdiği bu gerçekleri takip etmiş olsaydı, bu kadar uzun bir süre, evrimciler tarafından sonuç çıkmayacak bir araştırma ile "oyalanarak" vakit kaybetmezdi.


"TÜRLERİN EVRİMİ" İDDİAINI KANITLAMA ÇABALARININ
BİLİME KAYBETTİRDİKLERİ

Yeryüzünde milyonlarca canlı türü vardır ve bu canlı türleri birbirlerinden birçok açıdan farklıdır. Örneğin atlar, kuşlar, yılanlar, kelebekler, balıklar, kediler, yarasalar, solucanlar, karıncalar, filler, sivrisinekler, arılar, yunuslar, denizyıldızları, denizanaları, develer... Bu canlıların her birinin fiziksel özellikleri, yaşadıkları ortamlar, avlanma teknikleri, savunma taktikleri, beslenme alışkanlıkları, üremeleri, kısacası sahip oldukları her türlü özellikleri birbirinden büyük farklılıklar gösterir.

Peki bu canlılar nasıl var olmuştur?

Bu soru üzerinde aklını kullanarak düşünen herkes, tüm canlıların kusursuzca tasarlanmış olduğunu, yani yaratıldıklarını görecektir. Her tasarım, kendisini var eden bilinçli bir tasarımcının varlığını ispatlar. Canlılar da, evrendeki diğer tüm tasarım örnekleri gibi, Allah'ın varlığını ispatlamaktadır.

Nitekim bu gerçek bizlere din yoluyla da bildirilmiştir. Kuran'da bizlere canlıların nasıl var oldukları açıklanır: Tüm canlı türleri Allah tarafından ayrı ayrı yaratılmışlardır. Allah, benzersiz yaratması ve sonsuz ilmi ile her bir canlıya çok farklı özellikler vermiş ve insanlara sonsuz gücünü, aklını ve ilmini tanıtmıştır. Canlıların yaratılışı ile ilgili ayetlerden birkaçı şöyledir:

Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)

Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)

O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkca bir sapıklık içindedirler. (Lokman Suresi, 10-11)

Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. 
(Casiye Suresi, 3-4)


Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğinin yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.
(Nur Suresi, 45)



|
| | |
| |
|
|
| | |
| *UYE GIRIS* |
|
|
| | |
| *BİLGİ EVİ* |
|
|
| | |
| *İSLAMİ MEDYA* |
| |
| | |
| *İSRAİL BOYKOT* |
| |
| | |
| *REKLAM ALANI* |
|
|
| | |
| *GOOGLE ARAMA* |
|
|
| | |
| *HAVA DURUMU* |
|

|
| | |
| *NAMAZ VAKİTLERİ* |
| |
| | |
| *KABE CANLI İZLE* |
| |
| | |
| | |
| |
| | |