Peygamber Efendimizin
Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler
Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri
Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A’lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu:
"Ya Rabbi, bu nur nedir?"
Allah Teâla buyurdu:
"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!"1
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifâde buyurmuşlardır.
Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana, Allah’ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?"
Şu cevabı verdiler:
"Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı."2
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem’in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil’e intikal etti.
Peygamberlerin babası olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden bir çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti. Ancak çok sevdiği Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmâil’in (a.s.) neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla birlikte âhirzamanda bir büyük peygamberin gönderileceğini de biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok sevdiği oğlu İsmâil’in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma’bedi Kâbe, uzun zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz. İbrâhim, bu mukaddes binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan emir aldı ve oğlu İsmâil’le birlikte derhal çalışmaya koyuldu.
Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı İlâhîye açarak şöyle yalvardılar:
"Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve hükümlerini öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!"1
İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve Hz. İsmâil’in neslinden peygamberlerin reisi Hz. Muhammed’i (a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi, "Ben, babam İbrâhim’in duâsıyım"2 buyurarak ifâde etmişlerdir.
Hz. İsmâil’in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onlar içinden Mudaroğlulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde ise Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifâde buyururlar:
"Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil’i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçmiştir."1
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe), Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy, Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir), İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."2 İşte, Fahr-i Kâinat Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.
Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise, yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.
Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:
Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah, Ya’rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)1
Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin neseb silsilesini tâ Âdem’e (a.s.) kadar götürür.2 Ancak belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifâk etmiş değillerdir.
Peygamber Efendimizin meşhur dedeleri
Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.
Kusay
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti. Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan Kusay, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı mahallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona emânet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay’ın bu konağı tarihte "Dârü’n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusay, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr’a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tâyin ediyorum" dedi.
Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf’ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.1
Hâşim
Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle uğraşırdı. Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu. Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bem beyaz ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş, ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir ziyafet çekmişti.
Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.
Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle.1
Hâşim’in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed’den devam etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Esed ise Hz. Ali’nin annesi Fâtıma’nın dayısıdır.
Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.2
Şeybe (Abdülmuttalib)
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi. Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine’de bir meydanda ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu. Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi. Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti. Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile getiriyordu:
"Ben, Hâşim’in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum elbette hedefini bulur."
Seyre gelen büyükler Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular. Harîs bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup sual ederek onun Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib’e anlattı ve böylesine kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile Mekke sokaklarına girerken sordular:
"Bu çocuk kim?"
Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, "Kölemdir" sözü çıktı.
Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti. Yine cevabı "Kölemdir" oldu.
Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib’in kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü’l-Muttalib" (Muttalib’in kölesi) olarak kaldı.1
Abdülmuttalib’in rüyâsı
Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş’in reğisliği makamına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe’nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi:
"Kalk, Tayyibe’yi kaz!"
Sordu: "Tayyibe nedir?"
Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:
"Kalk, Berre’yi kaz."
Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:
"Berre nedir?"
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.
Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne’yi kaz."
Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama "Mednûne nedir?" diye sordu. Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
"Zemzem’i kaz!"
Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:
"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır."1
Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defâlarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.
Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"
Abdülmuttalib’in su aramaya çıkması
Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.
Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:
"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."
Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek, "Ey Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."
Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.1
Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.
Kıymetli mallar için kur’a çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler.
"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."
Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce, "Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.
"Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim."
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.
Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı:
"İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır."
Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:
"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın."
Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü.1 Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.
Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi idi.1 Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Kur’a çekilişi
Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:
"Ab-dul-lah!"
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah."
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah’a çevirdi ve şöyle dedi:
"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."
Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu: "Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"
Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan, biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz. İsmâil’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden biri seslendi:
"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?"
Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:
"Onu kurban edeceğim!"
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek dalgalandı. Müdahale ettiler:
"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?"
Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri, duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi. Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi. Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı ve, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"
Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat, çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
"Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."1
Bu fikir Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.
Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?"
Abdülmuttalib, "On deve" dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz" dedi.2
Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur’a neticesi
Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur’a çekilecekti.
Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah’a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti. Devler kırk oldu. Ok yine Abdullah’a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah’a çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.
Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri durmuyordu.
Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere çıkmıştı.
Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim mutmain olsun."
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar, köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.2
Hz. Abdullah’ın iffeti
Aynı gündü… Herkes neticeden memnun kur’a yerinden dağılıyordu. Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu. Kâbe’nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın, Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan Vara bin Nevfel’in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç âleminde, Abdullah’ın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve şöyle fısıldadı:
"Delikanlı, biraz dursana."
Abdullah durdu.
Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah, "Babamla gidiyoruz" diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını açıkladı. Hz. Abdullah’a gayr-ı meşrû ilişki teklif etti.
Abdullah’ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir başka teklifle cazip hale getirdi:
"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana veririm" dedi.
Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini sergileyen şu cevabı verdi:
"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır. Helâl ise çok tatlıdır.
"Ey kadın, sen git açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar, namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret edebilirler?"1
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini sordu:
"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."
Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü, Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.
Hz. Abdullah’ın Hz. Âmine ile evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane gibi döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat etmiyor, iffet ve namusunu ter temiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib, bir an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak, ona her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu.
Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve sevinçle karşıladı. Sonra da şöyle konuştu:
"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi, geçenlerde bir rüyâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana, ‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındaydım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye kendi kendime sorup duruyordum."
Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu. Abdullah ise bu sırada 4 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes’ud âile yuvası kuruldu.1
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah’ın yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.
Hz. Abdullah’ın vefatı
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti. Gidiş o gidiş oldu. Hz. Abdullah bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı haberi vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine’de hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu haberi alan Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris’i Medine’ye gönderdi. Hâris, Medine’ye varıncaya kadar herşey olup bitmişti. Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy bin Neccaroğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda mâtem havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark gözetmeyen ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşta, beklenmedik bir zamanda sinesine alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne iştirak etti. Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı: ağladı, ağladı, ağladı… O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını beraberinde getireceği nur ile silecek ve acılarını dindirecek zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
"Artık, Mekke’nin Bethâ kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke, Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık.
"Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp, kabre gitti.
"Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında, Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.
"Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele alıp götürdüler.
"Ne yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine aldı. Halbuki, o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da merhametli biri idi."1