Hoş geldin Efendim
Hayata gözlerimi açtığımda Allah'ın adıyla Senin adını bir arada duydum. Sağ kulağıma ezan, sol kulağıma kâmet okundu.
Kur'ân-ı Kerim'den tefe'ül tutup adımı, Muhammed koydular. Güzel sesli bir hâfız Seni anlatıyordu bana: "Çevre yanuma gelüp oturdular / Mustafa'yı birbirine muştular / Didiler oğlun gibi hiçbir oğul / Yaradılalı cihân gelmiş değil / Bu senin oğlun gibi kadri cemîl / Bir anaya virmemişdir ol Celîl." Dibi derin gecenin karanlığına girmeden önce bir kez daha Senin nurunla aydınlanıp âdeta Seninle vedâlaştım. Salavat getirmeyi, suyu oturup içmeyi, yemeğe besmeleyle başlayıp bitirince 'elhamdülillah' demeyi, sağ tarafıma dönüp uyumayı, yemeği sağ elimle yemeyi, yemeklerden önce ve sonra ellerimi yıkamayı, sokakta, yolda, okulda herkese selam vermeyi, tebessüm etmeyi, dişimi fırçalamayı, tabağımdaki yemeği bitirmeyi ve daha pek çok şeyi Senin kutlu sözlerinden öğrendim. Böylece hem mutlu ve sağlıklı bir hayata kavuşma hem de Senin yaptıklarını yaparak rehberliğinin bereketinden istifade etme imkânı buldum. Yıllar geçti... Okuduğum her kitapta Seninle karşılaştım. Kitapların girişinde Allah'a hamd ve senâ ile, Sana salât ve selam vardı. Bir hayat boyunca bizimle yaşıyordun. Bizim dünyamızdaki güzelliklerin ayakta kalması için âdeta bize mübarek bulutunun gölgesini salıyordun. Türkçenin güzelliklerini, Senin güzel ismini anarak öğrenmek ne büyük bahtiyarlıktı. Yunus'un güzel Türkçesiyle bir daha tanıdım Seni: Yedi kat gökleri seyrân eyleyen / Kürsünün üstünde cevlân eyleyen / Mi'râcında ümmetini dileyen / Adı güzel kendi güzel Muhammed (Yunus)
Hele o başımızı rüzgâra kapılan şakayıklar gibi bir o yana bir bu yana sallayarak okuduğumuz "güzel" İlâhî yok mu!.. "Canum kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed / Gel şefâat eyle kemter kuluna /Adı güzel kendi güzel Muhammed."
Muhammed'ül Emin'sin...
Bir avuç çocuktuk Mahalle Mektebi'nde. Oturup büyük bir heyecanla Senin kutlu adını en güzel yazma yarışına girerdik. Mim ha mim dal... Muhammed'den muhabbetin hâsıl olmasını sayılara döker, ebcedle bir oyuncak gibi oynardık. Temiz sinelerimize her şeyden önce Seni yerleştirdik: "Bir ismi Mustafa bir ismi Ahmed / Allahüme salli alâ Muhammed / Rûz-ı mahşerde bize eyle meded / Allahüme salli alâ Muhammed."
Şiirlerle, duâlarla, övgülerle adını binlerce kitaba yazdık. Sîreler, Mucizât-ı Nebîler, Mi'râcnâmeler, Hicretnâmeler, Gazavât-ı Nebîler, Esmâ-i Nebîler, Mevlîdler, Hilyeler, Şefaâtnâmeler, Kırk Hadisler, Yüz Hadisler, Bin Hadisler.... Hoca Ahmed Yesevî'ler, Mevlânâ'lar, Hacı Bektaş'lar, Hacı Bayram'lar, Fuzûlî'ler, Nâbî'ler, Niyâzî'ler, Gâlib'ler, şiir mecmualarını Senin güzel isminle süslediler. Şair diyor ki: "Na'tdan gerçi ümîd-i şu'arâ / İntisâb etmedir ey şâh Sana". İşte biz de hangi vesile olursa olsun, hep Seni anmak için fırsatlar aradık; Sana bağlılığımızı ve muhabbetimizi bildirmek için yarıştık...
Uzun kış gecelerinde babaları cepheden bir daha dönmeyen çocuklar, dedelerinden Muhammediye'yi, Ahmediye Şerhi'ni, Kara Davut'u ve Delâil-i Hayrat'ı, Hazreti Ali'nin cenklerini dinlediler. Bütün bir cemiyyet, Senin ve sahabilerinin, Hak dostlarının kahramanlıklarıyla bir diriliş şerbetine kavuştu. Ömer'lerin, Hamza'ların, Ali'lerin birer ümit kahramanı olarak yetim çocuklara varlık ve dirlik kaynağı oldular. Tıpkı şairler gibi, tarihçiler de Senin hayatının en ince ayrıntılarını anlatmak için kaleme sarıldılar. Hattatlar, maharetlerini ortaya koyup kutlu ismini en güzel yazma yarışına girdiler. Müzehhipler göz alıcı renkler ve nakışlarla kırk hadis mecmualarını süslediler. Ve nihayet müzisyenler, na't, tevşîh, salâ, salat ve salat-ı ümmiyelerle gökkubbede "bâkî kalacak âhenk örgüleri" ördüler: "Es-salâtu ve's-selâmu aleyke yâ Habîballah / Es-salâtu ve's-selâmu aleyke yâ Resûlallâh / Es-salâtu ve's-selâmu aleyke yâ Nebiyallâh..."
Kırk Hadisler, toplum fertleri arasında saygı, sevgi ve anlayışın teminatı oldu. "Rahmetim gazabımı geçti", "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır", "Allah, insanlara acımayanlara merhamet etmez", "Güzel sözler sadaka yerine geçer", "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, sevindiriniz, nefret ettirmeyiniz" gibi pek çok hadis-i şerif, affı, anlayışı, sevgiyi, dostluğu, merhameti, yardımı bütün bir insanlığa ahlakî bir sorumluluk olarak telkin etti. Birbirini yok eden, insanlığa acımayan ve önüne gelen her şeyi yakıp yıkan bir dünya, bir süre sonra Senin "insanlık medeniyetine" verdiğin mesajlarla yıkandı, aklanıp paklandı. Yunus'un: "Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın" dediği gibi, "elsiz", "dilsiz" ve dünyaya karşı "gönülsüz" erenlerin saadet solukları bütün bir dünyayı çevreledi. Adalet, emniyet, güven ve merhamet dalga dalga yayıldı. Ama Senin soluklarından uzaklaştıkça, dünyamızı yeniden kara bulutlar kapladı. Dört bir yanda var olma mücadelesini yaşadığımız günlerde, hep Allah'a dayanıp yeniden Senin şefâatini istedik. Zor günlerdi onlar. Mehmed Âkif'in feryâdı ondandı: "Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed / Aylar bize hep muharrem oldu! / Akşam ne güneşli bir geceydi.../ Eyvâh, o da leyl-i mâtem oldu!" "Allah için, ey Nebiyy-i mâsûm / İslâm'ı bırakma böyle bîkes, / İslâm'ı bırakma böyle mazlûm."
Ruh susuzluğunda Seni andık. Susuzluk, bütün bir cemiyetin ruh ve manâ köklerini kurutmuştu. Ellerini uzatıp sahabinin kana kana içtiği parmaklarının iştiyakını duyuyorduk: "Şimdi Seni ananlar / Arıyor ağlar gibi.../ Ey yetimler yetimi, / Ey garipler garibi! / Düşkünlerin kanadıydın / Yoksulların sahibi; / Nerde kaldın ey Resûl, / Nerde kaldın ey Nebi?" (Arif Nihat Asya)
Bir nesil, Senin uğruna geçici hayatı tepme yarışına girdi. Dost da Sendin, sevgili de Sen. Seni bir kez hayâlinde görmek isteyen âşıklarla doluydu çevren: "Hicranla yandı gönlüm hâlimi sormaz mısın? / Dil ucuyla olsun melâlimi sormaz mısın? / Bilmem ki yoksa, dost vefâsından şüphen mi var! / Lütfedip bir kere hayâlimi sormaz mısın?" (M.F. Gülen) Sultan I. Ahmed, Senin mübarek ayak izini başında taşımak için bir sorguç yaptırmıştı: "N'ola tacım gibi başımda götürsem dâimâ / Kademi resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün / Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir / Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün." Senin âşkın şairlerin şahlara, vezirlere kafa tutmasına yol açtı. Mescid-i Nebî'ye yaklaşan kâfilede ayaklarını Senin mübarek beldene doğru uzatan veziri, şair şöyle azarlamıştı: "Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ'dır bu / Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu." (Nâbî)
Senin mübarek saçının bir tek telini yere düşürmeyen ve onu asırlarca saklayarak Sana olan saygısını daima diri tutan âşıkların vardı. Yıllar sonra, bu soylu milletin son sultanlarından II. Abdülhamid Han'ın Medine'ye demiryolu döşenirken, rûh-ı azîzine hürmeten raylara keçe döşemesi de aynı ruh güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Âleme teşrifinle birlikte, nice şair Senin için en güzel sözleri söyleme yarışına girmişti. Söz sultanları, Senin vasfını, el değmemiş incileri manâ ipliğine dizmek için ihsan ve lütuf ânını kollamak için bir ömür boyu anlam avcılığına çıktılar. Geceleri sabaha kadar Muhammedî esintilerin ilhâmını bekleyip durdular. İnim inim inleyip: "Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Resulallah!" feryatlarıyla yeri göğü çınlattılar.
İki cihan sultanısın...
"Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim / Hak'dan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim." diyen Şeyh Gâlib, Osmanlı'nın son derin nefesiyle, Senin aşkından döne döne inlemişti. Sen bütün imdat haykırışlarına şifasın yâ Resulallah! Hicranla yanan âşıkların sinesine devâsın yâ Resulallah!.. Sen varlık âleminin yaratılan ilk nuru ve âlemlerin yaratılış sebebisin efendim. Sıdk u vefâ madenisin, iki cihân sultanısın efendim. "Mustafa'nın cânı oldu ibtidâ / Evvelinde anı yaratdı Hudâ." (Kaygusuz Abdal) diyen şairin sözündeki hakikatsin efendim. Peygamberler serveri, dinin direğisin; âlemlerin övünç kaynağı ve ümmetine imân hil'atini giydirensin efendim. Şefaat sahibisin, gönüllerin tabibisin ve Hakk'ın habibisin, Sen İlâhî aşkın menbâısın efendim. Alnın dolunaydır Senin, kaşın nahif bir hilâl, mübarek yüzün bir güneş ve saçın Mi'râc gecesi... Yeryüzünün bütün çiçeklerinin kokusudur terin, gül-i Muhammed'in usâresidir. İşte bundandır bülbülün güle aşkı, âh u figânı... Ondandır güllere üşüşmesi bülbüllerin...
Sen o gülsün, biz ise etrafında halkalanmış nâlân bülbülleriz efendim. Sen peygamberlerin sultanısın, Allah'ın bize rahmetisin, nurunla kâinâtı aydınlatansın. Habîbsin, fahr-i âlemsin, habîb-i ekremsin, şâh-ı dinsin, fahrü'l-mürselînsin, nübüvvet gülüsün, emînsin, ruha şifâsın efendim. Muhammed'sin, Mustafa'sın, Mahmud'sun, Ahmed'sin, Nebî'sin, Şefî'sin, Server'sin, Habibullah'sın, Hayrülbeşer'sin, imân bünyâdısın, dinin metâısın, peygamberlerin hüccetisin efendim. Mübarek alnın dolunaya, kaşın hilâle benzer. Saçın mirâc gecesi, yüzün güneşe benzer. Yeryüzündeki bütün çiçeklerin kokusudur mübarek terin. Kutlu kademindeki bir toza yüz sürmek ve onu gözlerine sürme diye çekmek için şâhlar, gedâlar kapında toz toprak içinde yuvarlanmaktadır efendim.
Sen, peygamberler kervanının başısın, hakikat denizinin dürr-i yektâsısın. Hakkın nice gizli sırlarına mahremsin. Fütüvvetin tacısın, velâyetin mahremisin, nübüvvetin hâtemisin efendim. Âşıklara aşkın kaynağısın, fâkihlere nassların pınarısın, velilere hidayet rehberisin, ehl-i Hakka ilhâmsın, yetîmlere şefkat elisin, yolculara yoldaşsın, kölelere ihvânsın, dertlilere devâsın efendim. Gaziler, yalın kılıç "Muhammed'e salâvât" deyip düşman üzerine Seninle yürürler. Ordular, askerlerine Senin ism-i şerifini verirler. Dâimâ Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun. Hakkında medh ü senâda bulunan herkesin ömrü uzasın. "Her dem yeniden doğarız / bizden kim usanası" diyen şairin ağzına sağlık! Hoş geldin Efendim!.. ALINTIDIR
MUCAHİT CANAN