HZ. HAMZA, MÜSLÜMANLAR SAFINDA
(Bi 'setin 6. senesi)
İslâm ve îman sadâsı kulaktan kulağa yayılıp gittikçe gürleşiyordu. Kalblere manevî serinlik veren bu îmanî havanın teessüsü, müşriklerin uykularını kaçırıyordu. Başvurdukları tertip ve plânların hiçbiri, coşkun akan bu îman şelâlesinin önüne set olamıyor ve ümitsizliğin verdiği ezici ruh haleti içinde kıvranıp duruyorlardı.
Kahraman Hz. Hamza'nın saadet dairesine dâhil olmasıyla, manevî sancıları kat kat artmış oldu.
Peygamberimizin amcası ve aynı zamanda süt kardeşi olan Hz. Hamza, kimden olursa olsun, nereden gelirse gelsin, haksızlığa asla tahammülü olmayan bir kahramandı. Kureyş içinde de yüksek bir itibara sahipti.
İlâhî hidâyetin tecellîsi bu!.. Kimin nerede ve nasıl îman nîmetine kavuşacağı belli olmaz. Hz. Hamza da, beklenmedik bir zamanda İslâm nimetine kavuştu.
Bir gün, çok sevdiği eğlencesi olan avdan dönüyordu. Safa Tepesinden Kabe'ye doğru giderken karşısına Abdullah b. Cuda'nın âzadlık cariyesi çıktı ve, "Ey Umare'nin babası!.." dedi, "Kardeşimin oğlu Muhammed'e, Ebû'lHakem b. Hişam [Ebû Cehil] ile arkadaşları tarafından yapılanları görmüş olsaydın asla dayanamazdın!"
Hz. Hamza, heybetli bakışlarını cariyenin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra, "Ebû'lHâkem b. Hişam, ona ne yaptı?" diye sordu.
"Ona şuracıkta türlü türlü işkenceler yaptı, hakaret etti; sonra da çekip gitti. Muhammed de ona hiçbir şey söylemedi!"
Hz. Hamza, "Bu söylediklerini sen, gözünle gördün mü?" dedi.
Câriye, "Evet, gördüm!" diye cevap verdi.
Son derece hiddetlenen Hz. Hamza, evine uğramadan, yayı, oku, torbası ve av malzemeleri ile, doğruca, Kabe etrafında oturmuş bulunan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına vardı. Meclisin ortasındaki Ebû Cehil'in başına, hiçbir şey sormadan okkalı bir yay indirdi ve başını fena hâlde yardı. Sonra da, "Sen misin ona sövüp sayan?.. İşte, ben de onun dinindeyim! Onun söylediğini söylüyorum! Gücün yetiyorsa, o yaptıklarını bana da yap, göreyim!" diye konuştu.
Ebû Cehil, hareketinde kendisini haklı göstermek için savunmaya geçti. "Ama o bizi akılsız saydı!" dedi, "Putlarımıza hakaret etti. Atalarımızın tuttuğu yoldan ayrı bir yol tuttu."
Hz. Hamza'dan kararlı ve sert bir cevap geldi: "Siz ki, Allah'tan başkasına İlâh diye tapmaktasınız. Sizden akılsız kim var? Ben şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed, Allah'ın Resulüdür!"275
Hz. Hamza'nın bu kararlılığı karşısında, ne Ebû Cehil, ne de etrafındaki lerde bir hareket ve bir mukabele görülmedi. Hattâ, Ebû Cehil, "Doğrusu ben, kardeşinin oğluna çok çirkin bir şekilde sövüp saymıştım; buna müstahak oldum." diyerek suçluluğunu da itiraf etti.
Seytan'ın Vesvesesi
Ânî ve beklenmedik bir kararla saadet dairesine dâhil olan Hz. Hamza, evine dönünce, zihninde Şeytan'ın birtakım vesvese ve şüpheleriyle karşı karşıya kaldı: "Sen Kureyş'in hatırı sayılır birisi idin. Şu, dininden dönen Muhammed'e uydun. Hiç de iyi etmedin!"
Kalb ve zihninin, Şeytan'ın bu tarz telkinlerine mâruz kaldığını hisseden Hz. Hamza, doğruca Kabe'ye vardı ve, "Allah'ım!.. Bu tuttuğum yol doğru ise, kalbime de onu tasdik ettir; bana bu hususta bir çıkar yol göster!" diye dua etti.
Aradan bir gün geçtikten sonra, Resûli Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Başından geçenleri anlattı.
Resûli Ekrem, kendilerine va'z ve nasihatte bulundu.
Kalbi îman ve itminan bulun Hz. Hamza, Peygamber Efendimize, "Senin doğruluğuna şehâdet ederim, ey kardeşimin oğlu!.. Artık dinini bana açıkla." dedi.
Hz. Hamza gibi bir kahramanın Müslümanlar safında yer alışı, Efendimizi ve Müslümanları son derece memnun ederken, müşriklerin gönüllerine hüzün ve korku saldı. Resûli Ekrem'e pervasızca reva gördükleri eziyet ve işkencelerinin bir kısmını da terketmek zorunda kaldılar!
KIRKINCI MÜSLÜMAN: HZ. ÖMER
(Bi'setin 6. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 616)
Emsalsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza'nın Müslümanlar safına katılması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan'a hicretleri, Kureyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedirginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.
Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:
"Mutlaka, şu Ebû Tâlib'in yetimi Muhammed'in işi, bir an önce halledilmelidir!"
Bu konuyu görüşmek üzere, Dârû'nNedve'de toplanan Kureyş'in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil'in teklifi kabul edildi: "Muhammed'in vücudu ortadan kaldırılacaktır!"
Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Haşîm Oğullarının böyle bir hâl vukuunda kan dâvası gütmeleri de söz konusu idi.
Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Meselâ, Ebû Cehil, "Muhammed'i öldürecek kimseye, benden 100 kızıl ve siyah deve, şu kadar altın, şu kadar gümüş v.s." diyordu.
Kimse bu korkunç kararı tatbik etme cesaretini kendisinde göremiyordu. Ama içlerinde biri vardı; uzun boylu, iri yapılı, kimseye boyun eğmez, gözünü daldan budaktan sakınmaz, gözüpek biri... Ortaya atıldı. "Bunu ben yaparım!" dedi.
Bir anda bütün gözler, ortaya atılan bu cesur adamın üzerine çevrildi. Baktılar, Hattab Oğlu Ömer'di bu... Ömer'in bu işi yapabileceğinden emin olan Kureyşliler, hep bir ağızdan, "Evet, bunu ancak sen yapabilirsin! Görelim seni!.." dediler.
Ömer, artık hedefini tesbit etmişti: Doğruca "Dârû'1Erkam"a giderek, orada Peygamber Efendimizi bulacak ve alınan kararı yerine getirecekti.
Kılıcını kuşanan Ömer, kan çanağına dönmüş gözleriyle etrafa öfkeli bakışlar savurduktan sonra, doğruca Kabe'ye giderek tavafta bulundu. Sonra da kin, düşmanlık dolu sert adımlarla Safa Tepesinin yolunu tutup, Dârû'l Erkam'a doğru yollandı.
Gidişinde bir mânâ vardı; bir hedefe doğru gittiği besbelli idi. Yolda, Müslüman olmuş, fakat îmanını gizleyen akrabasından Nuaym b. Abdullah Hazretlerine rastladı. Hz. Nuaym, Ömer'in bu değişik tavrı karşısında sormadan edemedi: "Nereye gidiyorsun ey Ömer?.."
"Şu, dinini bırakan, Kureyş'in arasına ayrılık düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmaya gidiyorum!" cevabında bulunarak, maksadını gizlemeye bile lüzum görmedi.
Bu dehşetli karar karşısında tüyleri diken diken olan Hz. Nuaym, onu bu fikrinden caydırmanın yolunu aradı ve, "Vallahi, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed'in ashabı, onun başı ucundan bir an dahi olsun ayrılmıyor. Ona yol bulmak çok güç. Farzet ki, bir yolunu bulup onu öldürdün. Zanneder misin ki, Abdi Menaf Oğulları, senin yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşmana müsaade eder?" diye konuştu.
Sert bakışlarını muhatabının üzerinde gezdiren Ömer, "Sen de mi ondan yana oluyorsun yoksa?.." diye sordu.
Fakat, beklenmedik bir cevapla karşılaştı: "Yâ Ömer!.. Sen beni bırak, önce ev halkına, aile etrafında dön. Enişten ve amca oğlun Sid b. Zeud ile eşi, kız kardeşin Fâtıma, Müslüman olup, Muhammed'in dinine tâbi olmuşlardır. Git, önce onlarla uğraş!"
Ömer'de bir şaşkınlık, bir tereddüt... Duyduklarına önce inanmak istemedi; hattâ, araştırma ihtiyacını bile duymaz görünerek yoluna devam etti. Ancak, içine düşen şüpheyi yenemedi ve yarı yolda fikrini değiştirerek kız kardeşinin evine doğru döndü.
Bu sırada, fedakâr sahabî Habbab b. Eret, Hz. Said ile ailesi Hz. Fâtıma'ya, yeni nazil olan Tâha Sûresini okumakta idi.
Evinin önüne yaklaşan Ömer, bu sesi duydu. Kapıyı hiddetli hiddetli bir iki defa çaldı. Açılmadığını görünce, omuz verip kapıya yüklendi ve hışımla içeri daldı.
Hz. Fâtıma, hiddetli hiddetli kapı çalanın kardeşi Ömer olduğunu anlamış ve Kur'ân sahifelerini hemen bir tarafa kaldırmıştı. Bu arada Hz. Habbab da bir köşeye saklanıvermişti.
Ömer, öfke dolu sesiyle, "Okuduğunuz ne idi?" diye sordu.
Eniştesi telâş ve heyecan dolu ifadelerle, "Bir şey yok; sâdece sâdece aramızda konuşuyorduk." cevabını verince, Ömer'in öfke ve hiddeti bütün bütün arttı. Masum masum duran eniştesinin yakasına yapıştı ve, "Demek, duyduklarım doğru imiş! Siz de Muhammed'in dinine girdiniz, öyle mi?" diyerek onu yere çarptı. Hz. Fâtıma, kocasını kurtarmaya kalktı. Sert bir tokatla o da kendini yerde buldu. Müslümanlığını gizlemenin artık bir mânâ ifade etmeyeceğini anlayan Hz. Fâtıma, ayağa kalktı ve, "Elinden geleni yap ey Ömer!.. Ben ve kocam artık Müslümanız; Allah ve Resulüne îman ettik!" diye haykırdı. Bu sözlerini, getirdiği "Kelimei Şehâdet" takib etti. Ortalık bir anda bu kelimenin azamet ve haşyetiyle çınladı.
Manzara ibretli ve içler acısı idi. Bir insan, kız kardeşini "Rabbim Allah." dediği için nasıl böylesine insafsızca dövüp kan revan içinde bırakabilirdi? Kan revan içinde bırakılanın bu hâline rağmen dâvasını haykırmaktan geri durmaması karşısında hangi katı kalb yumuşamaz ve hangi yürek insafa gelmezdi?
Ömer, şaşırdı birden!.. Kalbinde dalgalanmalar meydana geldiğini hisseder gibi oldu. Daha fazla ayakta durmadı ve yere oturdu. Derin derin düşündükten sonra, "Hele getirin şu okuduklarınızı; getirin de, Muhammed'e gelen şey ne imiş, göreyim!" dedi.
Hz. Fâtıma, önce tereddüt gösterdi. Kardeşinin mübarek Kur'ân sahifelerine hakaret edebileceğinden korktu. Ancak Ömer, "Korkmayın." diyerek, onun bu endişesini yok etti.
Kur'ân sahifeleri ancak temiz kimselere verilebilirdi. Hâlbuki Ömer, henüz şirk üzere bulunuyordu, dolayısıyla da manen temiz sayılmıyordu.
Bunun için Hz. Fâtıma, "Kardeşim!.." dedi, "Sen, Allah'a şerik koşulan bir inanç üzere bulunduğun için temiz sayılmazsın. Hâlbuki, O'na ancak temiz olanlar el sürebilir. Kalk, önce bir yıkan!"
Hz. Ömer, kalkıp gusletti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma, koyduğu yerden Kur'ân sahifesini hürmetle alıp ona verdi.
Hz. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi. Eline aldığı sahifeyi başından okumaya başladı:
"Tâha!.. (Ey Resulüm!..) Biz, sana Kur'ân'ı eziyet çekesin diye indirmedik. Ancak, Allah'tan korkan kimseye bir öğüt için... Arzı ve yüce gökleri yaratandan, yavaş yavaş bir indirişle onu (Kur'ân'ı) indirdik."287
Ömer, hem okuyor, hem de okudukları üzerinde düşünüyordu. Kur'ân'in ebedî ve edebî belagatı karşısında şaşkına dönmüştü. Sanki, az evvel kılıcının kabzasına yapışıp Peygamber Efendimizin vücudun ortadan kaldırmaya giden Ömer, o değildi! Kalbindeki katılık, yüzündeki öfke yok oluvermişti birden... Az evvel kan çanağını andıran gözleri, şimdi aydınlık
saçıyordu; yüzüyle beraber, içi de gülüyordu. Sûrenin, LH ^Jl
aÜI "Gerçekten Ben, Allah'ım; Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl!"288 âyetini okuyunca haykırdı: "Bu ne güzel, ne şerefli, ne haşmetli bir kelâm! Bu kelâmdan daha güzel, daha tatlı bir kelâm olamaz!"
Bu ifadeler, Ömer'in kalbinin hidâyet nuruyla sarıldığını, onun aydınlığına kavuştuğunun işaretiydi.
Hz. Ömer'in bu sözlerini işiten Kur'ân hocası Hz. Habbab, gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıkıverdi ve, "Müjde ey Ömer!.." dedi, "Dilerim ki, Resûlullah'ın yaptığı dua, senin hakkında gerçekleşsin! Dün gece o, 'Allah'ım, İslâmiyeti ya Ebû'lHakem b. Hişam'la [Ebû Cehil] ya da Ömer b. Hattab'la kuvvetlendir.' diyerek dua etmişti!"
Ömer b. Hattab ve Ebû'lHakem Amr b. Hişam, yâni Ebû Cehil... Biri Serveri Kâinat Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmakla ancak İslâm dâvasının önüne geçilebileceğini teklif eden Ebû Cehil, diğeri bu teklifi kabul edip kararı infaz etmeye kalkan Ömer!..
Artık, Ömer'in Resûlullah ve İslâmiyet aleyhindeki düşünceleri tamamıyla aksine dönmüştü. Bir an evvel Fahri Âlem Efendimizin huzuruna varıp, hidâyet nuruyla kucaklaşmak istiyordu. Hemen, "Resûlullah şimdi nerededir?" diye sordu.
Resûli Ekrem Efendimizin, ashabından bazılarıyla Safa Tepesi eteğindeki Dârû'lErkam'da bulunduğunu öğrenince, Hz. Habbab'la derhâl yola koyuldu.
Gözcü, Ömer'in silâh belde geldiğini içeriye haber verdi. Herkesi bir telâş ve heyecan havası sardı. Sâdece biri müstesna: Hz. Hamza... Bu büyük İslâm kahramanı, elini kılıcının kabzasına atarak, "Bırakın, gelsin. Korkulacak ne var? Eğer hayırlı bir maksatla gelmişse, kendisini hayırla ağırlarız; eğer kötü bir niyetle gelmişse, onu kendi kılıcıyla hallediriz!" diye konuştu.
Manzarayı seyreden Fahri Alem'in yüzünde tebessümler belirdi. Ömer'in gönlünün hidâyet nuruyla aydınlandığı haberini almıştı. Hiçbir telâşa ve endişeye kapılmadan, oturduğu yerden, "Telâş edilecek bir şey yok, bırakın gelsin! Eğer Allah, onun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir." diye emir buyurdu.
Bu emir üzerine kapı açıldı. Kapı önünde bekleyen Ömer, heybetli görünüşü ve silâhı ile içeri girdi. Yüzünde öfke değil, muhabbet parıltıları vardı. Gözleri, hak ve hakikati aramanın aydınlığı içindeydi. Resûli Ekrem'le bir an göz göze geldi. Kâinatın Serveri Efendimizin manevî heybeti karşısında kendinden geçer gibi oldu. Her şeyini unutmuştu. Nebîyyi Ekrem'in nurânî bakışları, kalb ve ruhunu tesiri altına almış, âdeta avuçlamıştı.
Bir müddet birbirlerine bakıştıktan sonra, Resûli Ekrem Efendimiz, sessizliği, heyecan ve telâş havasını, "Neye geldin ey Hattab'm oğlu Ömer?.." sorusuyla dağıttı; sonra da elini uzatıp, kılıcının bağından tuttu ve, "Allah'ım, bu, Hattab Oğlu Ömer'dir. Allah'ım, İslâm dinini Hattab Oğlu Ömer'le kuvvetlendir!" diye dua etti.
Hz. Ömer, ruhunu hidâyet güneşinin cazibesine kaptırmıştı artık... Resûlullah Efendimizin sorusuna, "Allah ve Resulüne ve O'nun Allah'tan getirdiklerine îman etmek için geldim."diye cevap verdi ve arkasından da, Müslüman oldu.
Nebîyyi Ekrem Efendimiz ile Ashabı Kiram'in sevinçleri son haddine varmıştı. Hep bir ağızdan yüksek sesle tekbir getirdiler: "Allahü ekber, Allahü ekber!"
Mekke sokaklarından duyulan tekbir sesleri, ufukları çınlattı, oradan göklere doğru nurânî dalgalar hâlinde yükseldi!
Artık Hz. Ömer, Müslümandı; kırkıncı Müslüman... Bundan böyle, cesaret, kuvvet ve kahramanlığını şirk için değil, İslâm dini uğrunda kullanacaktı. Kureyşlilerin verdiği karar üzerine Serveri Kâinat'ın vücudunu ortadan kaldırmaya koşan Ömer, şimdi onun etrafında pervane olmuştu. Yiğitliğine îmanın hadsiz kuvvetini de ekleyen Hz. Ömer, bundan böyle Allah için, Resûlullah için müşriklere gözdağı vermeye koşacaktı. Birdenbire parlayan bu ateşin fıtrat, Hz. Muhammed güneşinden feyz ve ışık alarak dünya tarihine adalet timsâli "Âdil Ömer" unvanıyla geçecektir.
SAF HÂLİNDE MESCİDİ HARAM'A GİDİŞ
Cesaretin gerçek kaynağı olan îmanı kalbine yerleştiren Hz. Ömer, artık yerinde duramaz olmuştu. Resûli Ekrem'e, "Yâ Resûlallah!.. Biz ölsek de yaşasak da hak din üzere değil miyiz?" diye sordu. Resüli Zîşan, "Evet, varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz kalsanız da, ölseniz de hak din üzeresiniz." diye cevap verince, "Öyle ise hâlâ ne diye gizleniyoruz?" dedi, "Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, korkmadan, çekinmeden, cesaretle bütün şirk meclislerine gidip İslâmiyeti açıklayacağım!"
Bunun üzerine Resûlii Kibriya Efendimiz önde, sağında Hz. Ömer, solunda Hz. Hamza, diğer sahabîler arkalarında Dârû'lErkâm'dan çıkarak Kabe'ye doğru yol aldılar. Vakur adımlarla, Mescidi Haram'a girdiler.
Hz. Resûlullah'ın başını bekleyen müşrikler, bu manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Şaşkın, ürkek ve korkak bakışlarla bir Hz. Ömer'e, bir Hz. Hamza'ya bakıyorlardı. Bir ara cesaretlerini toparlayarak, "Ey Ömer!.. Arkanda ne var, neyle geldin?" diye sordular.
Hz. Ömer, "Lâ ilahe İllallah, Muhammedü'rResûlullah ile geldim." dedi ve ilâve etti: "Kimse yerinden kımıldamasın; yoksa boynunu vururum!"
Müşriklerin sesi sedası kesildi. Sanki dilleri tutulmuştu.
Resûli Kibriya Efendimiz, serbestçe Kabe'yi tavaf etti ve namaz kıldı. Müslümanlar da açıktan açığa namaz kıldılar.
Hz. Ömer der ki:
"İşte, o zaman Allah Resulü, 'Hak ile bâtıl olanın arasını ayırdı.' diye bana 'Faruk' adını taktı."290
Önce Hz. Hamza'nın, arkasından Hz. Ömer'in Müslüman olması, İslâm'ın inkişafı ve Müslümanların müşriklerin baskılarından sıyrılarak ibâdetlerini şerbetçe îfa etmeleri hususunda büyük bir rahatlık sağladı. Bu bakımdan bilhassa Hz. Ömer'in mü'minler safında yer almasının, İslâm tarihinde önemli bir yeri vardı. Bu ehemmiyeti, ashabtan Abdullah b. Mes'ud Hazretleri, "Ömer'in Müslüman olması, İslâmiyet için bir fetih, Müslümanlar için bir şeref ve izzet idi. Medine'ye hicreti nusret, halifeliği de rahmet oldu. Ömer Müslüman oluncaya kadar bizler, Kabe avlusunda açıktan açığa namaz kılamıyorduk."291 diyerek ifade etmiştir. |