Resûli Ekrem Efendimiz, Safa Tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilân ettikten ve halkı İslâm'a davette bulunduktan sonra Kureyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.
Peygamber Efendimiz onları "tevhid"e çağırıyordu; onlar ise "atalarımızın dini" dedikleri putperestlikte ve şirkte direniyorlardı.
Efendimiz, onları faziletle, dünya ve âhiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çalışıyorlardı.
Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kutsiyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu; onlar ise, insan şeref ve haysiyetini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.
Resûli Ekrem, onlar için ebedî saadet, beka, lika, Cennet istiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu; onlar ise, kendilerini ebedî şekavete, Cehennem'e götürecek davranışların içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
Hz. Resûlullah, davetiyle, onları esfeli safiline düşmekten, kıymetsizlikten ve faidesizlikten kurtarıp âlâyı illiyyine, kıymete, bekaya, ulvî vazifeleri yapabilme makamına çıkarmak istiyordu; onlar ise tam tersine, kıymetsizlikler içinde yuvarlanmaya, esfeli safilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.
Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahri Alem Efendimizin dâvetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bütün imkânlarla onu tesirsiz hâle getirmeye, sebat ve metanetini, cesaret ve gayretini kırmaya çalışacaklardı! Bunun için de, türlü türlü işkencelere, eziyetlere, hakaret ve suikastlere teşebbüs edeceklerdi!
Şüphesiz, bu durum, sâdece Peygamber Efendimize mahsus değildi. Her peygamber, kendi zamanında, gönderildiği kavmi ve ümmeti tarafından nahoş karşılanmış, hakir görülmüş, eziyet ve işkencelere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özellikleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da, bütün bu eziyet, hakaret, işkence ve suikastlere rağmen, dâvalarını anlatmaktan geri durmamaları, inançlarından asla tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve işkencelerin artması nisbetinde memur bulundukları hakikatleri duyurmaya daha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyet ile çalışmış olmalarıdır.
Ebû Leheb Başta
Fahri Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin başında, Ebû Leheb ve karısı Ümmü Cemil geliyordu.
Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takib ediyor ve halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu!
Bir gün, Hz. Resûlullah, Ukaz Panayırında halkı Allah'ın birliğine îmana ve peygamberliğini tasdike davet edip, "Ey ahali!.. aNİVi <UİN deyin, kendinizi kurtarın." diyordu.
Peşisıra gelen Ebû Leheb ise, halka, "Ey ahali!.. Bu, yeğenimdir; yalan söylüyor. Ondan uzak durun!"246 diye sesleniyordu.
Bu, ibret dolu bir tablodur:
Yeğen, Allah'a îmana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı, onu dinlememeye çağırıyor!
Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu.
Bir gün, komşusu Peygamber Efendimizin kapısına pislik ve kokmuş şeyler artmıştı. O sırada Hz. Hamza, henüz îman etmemiş olmasına rağmen yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb'in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sâdece, "Ey Abdi Menaf Oğulları!.. Bu nasıl komşuluk?" diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.
Kur'ân'm, Cehennem'de cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bâzan da, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.
Ebû Leheb 'in, Oğlunu, Peygamber Efendimize İşkence Etsin Diye Göndermesi!
Ebû Leheb, Resûli Kibriya'ya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemiyordu.
Bir gün, oğlu Uteybe'ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Uteybe, Peygamberimizin yanına vardı. O sırada Efendimiz, Vennecm Sûresini okuyordu. Bunu duyan Uteybe, "Necmin Rabbine andolsun ki, ben senin peygamberliğini inkâr ediyorum!" dedi ve küstahça Kâinatın Efendisine doğru tükürdü.
Resûli Ekrem, bu çirkin harekete sâdece şu bedduayla cevap verdi:
"Yâ Rab!.. Ona bir itini musallat et!"
Resûli Ekrem Efendimizin ne duası ne de bedduası Allah tarafından karşılıksız bırakılmıyordu. Uteybe'ye yaptığı bu beddua da bir müddet sonra gerçekleşti: Yemen tarafında Havran denilen yerde babası ve arkadaşları arasında uyurken, bir arslan gelip kendisini parçaladı!
Dualarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bölümünü teşkil eder.
CEHENNEM ODUNCUSU
Ümmü Cemil, İslâm dâvasının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Leheb'in karısı idi. Kur'ân tabiriyle "Cehennem oduncusu" bu kadın, İslâm daveti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki, Nebîyyi Muhterem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve âdeta bu davranışından zevk alıyordu!
Ümmü Cemil'le ilgili bir hâdise ise şöyledir:
Resûli Ekrem (s.a.v.), Safa Tepesinde ilk olarak, Kureyş'e açıktan İlâhî davette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Peygamberimize çıkışmış, hattâ hakaret etmiş, "Helak olasıca!.. Bizi bunun için mi buraya çağırdın?" demek küstahlığında bulunmuş ve Efendimize doğru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Cenâbı Hakk, Tebbet Sûresini inzal buyurmuştu. Sûre, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve akıbetlerini mevzu ediyordu.
Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescidi Haram'a geldi. Peygamber Efendimiz, sâdık dostu Hz. Ebû Bekir'le orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir'i gördü, fakat yanında oturan Kâinatın Efendisini farkedemedi ve, "Ey Ebû Bekir!.. Arkadaşın nerede? Ben işittim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım!" dedi.
Ebû Bekir'i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dönüyordu.247
Elbette göremezdi! Allah'ın hıfz ve inayeti altında bulunan Sultanı Levlak'ı görmek, bir Cehennem oduncusunun haddine mi düşmüştü?
Ebû Cehil'in Elleri Yukarıda Kaldı
Buna benzer bir hâdise de Ebû Cehil'in başına gelir. Bir gün, kabilesine şöyle söz verdi:
"Vallahi, secdede Muhammed'i görürsem, başını bu taşla ezeceğim!"
Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûli Ekrem secdedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi; tâ Kâinatın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar... Namaz bitince Ebû Cehil'in de eli çözüldü;248 çünkü, artık ihtiyaç kalmamıştı!
Ebû Cehil'in Bir Teşebbüsü Daha...
Her şeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, "Vallahi, Muhammed'i secdede görürsem, boynuna basacak ve boynunu yerlere sürteceğim!" diye yemin etti.
Tam o sırada Resûli Kibriya Efendimiz çıkageldi. İbni Abbas, durumu kendilerine arzedince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi beklemeden, aceleyle duvardan aşıp Mescidi Haram'in içine girdi. Alak Sûresini sonuna kadar okudu ve secdeye vardı.
Etrafta bulunanlar Ebû Cehil'e, "Ey Ebû Cehil!.. İşte, Muhammedi. ." diye seslendiler.
Ebû Cehil'in Resûli Ekrem'e doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyredenler şaşkınlık içinde, "Ne oldu? Neden döndün?" diye sordular.
Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir eda içinde, "Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz?" diye cevap verdi ve arkasından ilâve etti: "Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı!"249
Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri karşısında, Cenâbı Hakk da, Sevgili Resulünü işte böylesine koruyor ve himaye ediyordu!
Peygamberimiz, Kureyş 'i Cenâbı Hakk 'a Havale Ediyor!
Kureyş müşriklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve suikastleri çeşitli suretlerde oluyordu.
Resûli Ekrem, bir gün Kabe'de huşu içinde namazını eda etmekte idi. Müşriklerden bir grub da Kabe civarında toplanmış, konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fırlayarak, topluluğa, "Hanginiz gidip filancalarda bugün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı getirip, secdede iken onun üzerine koyar?" diye seslendi.
Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya atıldı. "Ben yaparım!" dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesiyle Peygamber Efendimizin yanında göründü.
Resûli Ekrem, her şeyden habersiz, Cenâbı Hakk'ın huzurunda secdeye varmıştı.
Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu.
Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler, manzarayı kahkahalarla seyrediyorlardı.
Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine mâruz kaldığını duyan Hz. Fâtırna, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi, suratlarına çarparcasına müşrik güruhuna doğru fırlattı.
Namazını bitiren Hz. Resûlullah'ın mübarek dudaklarından, "Allah'ım, Kureyş'i Sana havale ediyorum!" cümlesi döküldü.
Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaşlarının isimlerini teker teker zikrederek, onları da Sonsuz Kudret Sahibi Cenâbı Hakk'a havale etti.250
Abdullah b. Amr Anlatıyor
Resûli Ekrem Efendimize müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hâdisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir gün, Kureyş'in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Kureyşliler, Allah Resulü hakkında konuşarak şöyle diyorlardı:
'"Biz, bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göstermedik. Bu adam, bizi akılsızlıkla ittiham etti. Babalarımıza, dedelerimize hakaret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yaptığı bunca şeylere biz sabrettik.'
"Kureyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resulü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerû'lEsved'i öptü. Sonra Kabe'yi tavaf etmek üzere yanlarından yürüyüp geçti. Bu sırada Kureyşliler, kendilerine lâf attılar. Allah Resulü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden farkettim.
"Allah Resulü, tavafına devam etti. İkinci defa Kureyş topluluğunun yanından geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına mâruz kaldı. Yine fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü, yine yüzünden farkettim.
"Allah Resulü, üçüncü defa Kureyşlilerin yanından geçerken yine aynı şekilde kendisine lâfla sataştılar.
"Bunun üzerine Allah Resulü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:
'"Ey Kureyşliler!.. Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, başınıza felâket gelecektir!"
Nebîyyi Ekrem'in bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana getirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. Sonunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi sözlerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:
'"Yâ Ebe'lKasım, haydi selâmetle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bilmezlerden değilsin!'
"Allah Resulü de yanlarından uzaklaşıp gitti.
"Ertesi gün, Kureyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine aralarında idim. Aynı şekilde Allah Resulü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:
'"Muhammed'in size yaptıklarını ve onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü(!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz!'
"Onlar böyle konuşup dururlarken yine Resûlullah çıkageldi.
"Kureyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, 'Hakkımızda şu şu sözleri söyleyen, sen misin?' dediler.
"Nebîyyi Ekrem, cevaben, 'Evet, bunları söyleyen benim!" dedi.
"Bunun üzerine hep birden Resûlullah'ın üzerine atıldılar. Biri onun yakasına yapıştı. Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Bekir'e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescidi Haram'a girdi. Gözyaşları arasında müşriklere, 'Allah belânızı versin! 'Rabbim Allah'tır.' diyen bir zâtı öldürmek mi istiyorsunuz?' diye seslendi.
"Bunu duyan Nebîyyi Ekrem, 'Bırak onları ya Ebû Bekir!.. Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben onların hepsinin hakkından geleceğim!' dedi.
"Bu sözü işiten Kureyşliler korktular ve Resûlullah'ı bırakarak dağıldılar."251
"Rabbim Allah'tır." dediği ve halkı bu ulvî hakikate çağırdığı için Resûli Kibriya Efendimize reva görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.
Yine bir gün, Kabe yanında namaz kılıyordu. Alnını Yüce Yaratıcısının huzurunda yere koyar koymaz, serseri Ukbe b. Ebî Muayt, ridâsıni topladı ve boynuna doladı; olanca gücüyle sıktı. Maksadı, onu boğmaktı.
O arada Hz. Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da âdeta kâinata işittirmek istiyormuşçasına, "Siz, bir adamı, 'Rabbim Allah'tır.' diyor diye öldürür müsünüz? Hâlbuki, o, size Rabbinizden apaçık mucizelerle gelmiştir. Buna rağmen o, zannettiğiniz gibi bir yalancı ise(!) yalanının günahı kendisine aittir; fakat, dâvasında doğru ise, elbette sizi korkuttuğu azabların bir kısmı olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi aşan dâvasında yalancı olan bir kimseyi hidâyete erdirmez."252 mealindeki âyeti kerîmeyi okudu.
ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS
İçlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Muğire'nin de bulunduğu Mahzum Oğullarından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi, Velid b. Muğire yerine getirecekti.
Resûli Ekrem, namazda Kur'ân okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur'ân şirk kiriyle paslanmış kulağına geliyor, fakat gözü onu bir türlü göremiyordu.
Velid şaşkınlaştı. Telâşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat, yine Efendimizi görmeye muvaffak olamadılar. Çünkü, ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.
PEYGAMBERİMİZE EN AĞIR GELEN GÜN
Kâinatın Efendisi, bir gün, evinden çıkmış, gidiyordu. Kureyş'ten köle olsun, hür olsun kime uğradıysa, âdeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine onu yalanladılar, sözle eziyet ve hakarette bulundular. O gün, eziyetli ve sıkıntılı günlerinin en ağırlarından biriydi.
Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısına gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.
PEYGAMBERİMİZ VE MÜSLÜMANLAR DÂRÛ'LERKAM'DA
Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi... Milâdî 615...
Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibâdetlerini rahat ve serbest bir şekilde îfa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.
İslâm ve îmanın tâlimi, Allah'a ibâdet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resulü, bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Safa Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkam b. Ebî'lErkam b. Esed'in evi... Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.
Artık, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârû'lErkam'ı, Nebîyyi Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk tslâm Üniversitesi saymak mümkündür!
Hz. Ömer'in İslâm'la şereflenmesine kadar, Resûli Ekrem, İslâm'ı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.
Dârû'lErkam'ı Erkam b. Ebî'lErkam Hazretleri, hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.
İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kabe karşısında, "Dârû'lHayzuran" adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.253
YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER
Yâsir, Mekke'ye Yetnen'den gelmişti.
Burada, Mahzum Oğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğire'nin himayesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe, onu, cariyesi Sümeyye'yle evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah...
Bütün ferdleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzum Oğullan olmak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzum Oğulları, îman ve İslâm'dan vazgeçsinler diye, güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.
Peygamberimiz, Sabır Tavsiye Ediyor!
Yine bir gün Yâsir Ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından inletilirken, Resûli Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında, "Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.. Sizin mükâfatınız Cennet'tir. Sabredin ey Yâsir Ailesi!.." diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.
İşkence altında kıvranan Yâsir, "Yâ Resûlallah!.." dedi, "Bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?"
Resûli Kibriya Efendimiz, bu suale, "Allah'ım, Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme." duasıyla karşılık verdi.
Bu hâdiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, "Müslüman erkeklerden ilk şehid" şerefi kendisinin oldu.
Oldukça yaşlanmış, zaîf ve nahif bir kadın olan, Yâsir'in hanımı Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil'e havale edilmişti.
Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zaîf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, "Sen, güzelliğine âşık olduğun için, Muhammed'e îman ettin!" diyordu.
Bu âdice ithama, îman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşrike söylenebilecek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak şehid etti. Hz. Sümeyye de böylece, "kadınlardan ilk şehid" oldu.
AMMAR'IN BAŞINA GELENLER
Ammar'ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebîyyi Ekrem'in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. "Azabın her türlüsünü tattık yâ Resûlallah!.." diyerek hâlini arzediyordu. Resûli Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:
"Allah'ım, Ammar Ailesinden hiç kimseye Cehennem azabını tattırma!"
Hz. Ammar'a reva görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Ammar'ın başını sığayarak ateşe, "Ey ateş!.. İbrahim'e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi Ammar'a da öyle ol!" diye dua etti. Sonra da Ammar'a, şu haberi verdi:
"Ey Ammar!.. Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun eliyle olacaktır."254
"Kalbimde îman Ferahlığı Var!"
Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi; sonra da, "Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tutar da sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse, sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul." dedi.
Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar'a bir müsaade idi!
Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:
"Muhammed'e küfretmedikçe, Lat ve Uzza'ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!"
Zavallı Ammar'in dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Ammar'ı serbest bıraktılar.
İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar, doğruca Resûli Ekrem'in huzuruna vardı. Efendimiz, kendisine, "Kurtulduğun, yüzünden belli!" deyince, cevabı şu oldu:
"Hayır, vallahi kurtulmadım!"
"Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbinde katledildi. Hz. Ali, onu, Muaviye'nin taraftarlarının bâğî [azgın] olduklarına hüccet gösterdi. Fakat, Muaviye te'vil etti. Amr b. As dedi: Bâğî, yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.'" (Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110). 254 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 3, s. 248.
Peygamber Efendimiz, "Niçin?" diye sorunca da Ammar, "Ben, senden vazgeçirildim. Lat ve Uzza'nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler!" karşılığını verdi.
Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi, heyecan ve korku içinde Resûli Kibriya'nın huzurunda dikilmiş, duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!
Resûli Ekrem, "Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?" diye sordu.
Ammar'in kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:
"Kalbimi îman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum!"
Bunun üzerine Resûli Ekrem Efendimiz, "Sana vebal yok ey Ammar!.. Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak isterlerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul!"255 diyerek Ammar'in hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sürura garketti.
Bu hâdise üzerine, Yüce Allah, şu mealdeki âyetini inzal buyurdu:
"Kalbi îmanla karar bulmuş olduğu hâlde (küfür kelimesini söylemeye) zorlananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah'a küfrederse, onlara şiddetli bir azab var; fakat, küfre bağrını açanlar üzerine, Allah'tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azab vardır."256
Şu hâlde, kalbi îmanla karar bulmuş bir mü'mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir azasının yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi caizdir. Ancak bunun, kalbin îmanla mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için helak olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla dahi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel etmek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.257
HZ. EBÛ BEKİR'İN İŞKENCEYE MÂRUZ KALIŞI
Resûlullah Efendimiz, bir gün Dârû'lErkam'da ilk Müslümanlardan birçoğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, "tevhid dâvasını müşriklere karşı açıklamak" arzusu, bir iştiyak hâlini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûli Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fakat, Hz. Resûlullah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı. "Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz!" diye konuştu.
Fakat, îmanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde âdeta duramaz hâle gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahri Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescidi Haram'a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.
Allah ve Resulüne îman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah'a îmanın ulviyet ve kutsiyetini, buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı.
Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler, Hz. Sıddık'a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teym Oğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.
Demirli ayakkabıların darbelerine mâruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir hâlde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşamüzeri kendine gelebildi.
Sanki, onca darbelere mâruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:
"Resûlullah ne yapıyor, ne hâldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmişlerdi!"
Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle, Hz. Resûlullah'a olan sadâkatinin şaheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki hâline bakmadan, yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan, Nebîyyi Zîşan'ın durumunu öğrenmek istiyordu; hem de o Nebîyyi Muhterem'e şiddetle muhalefet edenler arasında...
Kendisine yemek teklifinde bulundular; "Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?" dediler.
O ise hep, "Resûlullah ne hâldedir, ne yapıyor?" diye soruyordu.
Annesinin, Resûli Ekrem'in dâvasından haberi yoktu. Henüz îman etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resulünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, "Git," dedi, "Hattab'ın kızı Ümmü Cemil'e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir!"
Ümmü Cemil, îman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat, Resûli Ekrem'den aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.
Ebû Bekir'in annesi Ümmü Hayr, ona, "Ebû Bekir, senden, Abdullah'ın oğlu Muharnmed'i soruyor." deyince; "Ben, onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen, beraber oğlunun yanına gidelim." diye cevap verdi.
Ashnda, Ümmü Cemil'in Resûlullah'tan haberi vardı. Ancak, bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
Hz. Ebû Bekir'i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil'in içi burkuldu ve kendisini zabtedemeyerek, "Sana bunları reva gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sapkındır! Allah'tan dileğim, onlardan intikamını almasıdır!" diye haykırdı.
Ümmü Cemil'den Resûli Ekrem'in selâmette olduğunu öğrenmesine rağmen Hz Ebû Bekir'in içi, yine de rahat etmiyordu. Annesine, "Vallahi, gidip Resûlullah'ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!" dedi.
Onu, Resûli Ekrem'e götürmekten başka çâre yoktu. Fakat bu haliyle nasıl gidebilirdi? Dârû'lErkam'a kadar nasıl yürüyebilirdi?
Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil'e yaslanarak sendeleye sendeleye Resülullah'ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûli Ekrem'in durumunu gözleriyle gördükten sonra, "Annem babam sana feda olsun Yâ Resûlallah!.. O azgın, sapkın adamın (Utbe b. Rabia) yüzümü yerlere sürtüp bilinmez hâle getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!"258 diye konuştu.
O anda bile Hz. Ebû Bekir'in gönlü îman ve İslâm'a hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
Peygamber Efendimize annesini göstererek, "Bu, annem Selma'dır." dedi, "Onun hakkında Allah'a duada bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah, onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır!"259
Bu samimî arzu, samimî duayla birleşti ve o anda orada Ümmü'1Hayr Selma Hâtûn, "bahtiyar mü'mineler" safına katıldı.
BÜTÜN BUNLAR İMTİHANDI!
İlk Müslümanların mâruz kaldıkları bu işkence, eziyet ve hakaretler, karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler, Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sâdece "îman ettim." demekle bitmiyordu; îmandaki sadâkat, samimîyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu!
Öylesine güçlükler, işkence ve eziyetler olacak ki, gerçekten îman etme arzusunu ruhunda taşıyanlar, bütün bunlara aldırmadan îman edecekler; bu arzuyu ciddî olarak gönüllerinde taşımayanlar ise, hâlis mü'minlerden ayrılacaklardı.
Nitekim, şu âyeti kerîme de bu hususa işaret eder:
"Doğrusu Biz, onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik. Allah (imtihan suretiyle îmanında) sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek."260
Demek ki, îmanında samimîyetin en mühim bir ölçüsü, karşılaştığı güçlükler, işkence, eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.
Dayanılmaz işkenceler, hakaretler, eziyet ve zulümler, Allah'a îmanın ve Resulüne tâbi olmanın gerçek şuuruna eren hakikî Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidâyet dairesinde sebat etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler, eziyet ve hakaretler, âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması, daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe, İslâm dâvası da bir başka hızla gelişiyor,yayılıyor, ruh ve gönüller üzerindeki nurdan saltanatını devam ettiriyordu.
Şurası muhakkaktır ki, zor ve tahakküm hiçbir zaman, hiçbir devirde devamlı olarak hak ve hakikati yenememiş, boğamamış ve kendine esir edememiştir; aksine, hak ve hakikat, çoğu kere zoru da, tahakkümü de, zulüm ve zulmeti de yenmiş, yok olmaya mahkûm etmiştir.
Asrı Saadet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret, engin sabır ve hârika metanet, cidden insaf ve basîret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulvîyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibreti hâvidir.
Öyle ki, İtalyan Muharrir Tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile, şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:
"Hayret, hayrettir ki, aralarında bir tane bile dönek yoktur!"
Asıl hayret edilecek husus ise, böyle bir itirafta bulunan muharririn, İslâm'a gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde, düşmanlıkta devam etmesi, âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır! |